Andrey Voznesenski - Savaş



Babalarının gözlerinden
İçine bakarlar öte alemlerin,
Çocuklar—ki iri gözleriyle
Periskoplarıdır ölülerin.


Andrey Voznesenski – 1975





Çeviri Notları


Andrey Voznesenski'nin bu şiirini çevirmeye İngilizce çevirisini okuduktan sonra karar verdim:

With the open eyes of their dead fathers
Toward other worlds they gaze ahead—
Children who, wide-eyed, become
Periscopes of the buried dead.


Rusçadan çev. William Jay Smith ve Vera Dunham


Orjinali ise şöyle:

С иными мирами связывая,
глядят глазами отцов
дети—широко глазые
перископы мертвецов.


Orjinalinin anlam çevirisini sevgili dostum Sabri Gürses yaptı:

Başka dünyalara uzanarak
Babalarının gözleriyle bakar
Çocuklar—iri gözlü
Periskopları ölülerin.

Şiirin biçimine bakacak olursak, her ne kadar Rusça bilmesem de "отцов" ve "мертвецов" sözcüklerinin son üçer harfindeki "цов" kafiyesi fark ediliyor. İngilizce çeviride bu kafiye "ahead" ve "dead" sözcükleriyle başarıyla yansıtılmış. Benim için de en zorlu iş bu kafiyeyi Türkçede zorlama hissi uyandırmadan yansıtmak oldu. Çeşitli denemelerden sonra en sırıtmayanının "alemlerin" ve "ölülerin" ile yakaladığım "lerin" redifi olduğuna karar verdim (diğer denemelerimi buraya almıyorum).

Şiirin adı "Savaş", fakat bunun hayal gücünü kısıtlayıcı bir ad olduğu görüşündeyim. Bende savaşla ilgili bir his uyandırmamasına rağmen özellikle kendi babamın ölümüyle ilgili son derece güçlü çağrışımlar uyandırmayı başardı.

İngilizce çeviride—herhalde şiirinin adından yola çıkarak—orjinalde olmayan bazı sözcükler eklenmiş. İlk dizede babalarının ölü (dead) olduğu, gözlerinin açık olduğu (open eyes), son dizede ise—artık okurun periskop imgesinin ilişkilendirmesini yapamayacaklarını düşündüklerinden midir nedir—yeraltında gömülü oldukları (buried dead), şiire durduk yerde eklenmiş. Bu gibi fazladan açıklamalı bir deneme yaptıysam da içime sinmedi:

Babalarının açık giden gözlerinden
İçine uzanırlar öte alemlerin,
Çocuklar ki iri faltaşı gözleriyle
Periskoplarıdır yeraltındakilerin.

("Faltaşı" nereden çıktı derseniz, bu aynı zamanda hece ölçüsü kullandığım bir denemeydi.)

Şiirin beni asıl çarpan kısmına gelirsek, eskiden beri sahip olduğum bir fikir vardı: anne-babalar, öldükten sonra çocuklarında yaşamaya devam eder, dünyayı artık onların gözlerinden görürler. Genler için biyolojide kullanılan bir metafor vardır: genler, anne-babaların kayığından çocukların kayığına atlaya atlaya milyonlarca yıl boyunca yaşamını sürdürür. Fakat anne-babaların kayıklarından çocukların kayığına atlayarak yaşamını sürdüren yalnızca genler değil, aynı zamanda kültür, dil ve hikayelerdir, anılardır. Voznesenski periskop benzetmesiyle bu fikre adeta kusursuz imgesini vermekle kalmamış, aynı zamanda anne veya baba gibi bir yakının ölümünün ardından hissedilen o ölümün doğasıyla (öte dünyalarla) yüzleşme anını topu topu dört dizeye sığdırmayı başarmış. Bana öyle geliyor ki, kuşaklar arasındaki ilişkiyi özlüce ifade etme açısından, belki ancak eski bir Sparta şarkısının şu sözleri Voznesenski'yle aşık atabilir:

Siz eskiden neyseniz biz şimdi oyuz; siz şimdi neyseniz biz ileride o olacağız.

Denise Levertov - Neye Benziyorlardı?



Neye Benziyorlardı?


Viet Nam'ın insanları,
mermerden miydi fenerleri?
Bayramla mı kutlarlardı
tomurcukların açışını?
Sessiz mi gülerlerdi daha çok?
Süslerini neyden yaparlardı peki,
kemikten mi fildişinden mi,
yeşimtaşından mı gümüşten mi?
Destan şiirleri var mıydı hiç?
Konuşmayla şarkı söylemeyi
ayırt ediyorlar mıydı dillerinde?

Efendim, onların sevinç dolu yürekleri taşa döndü.
Hatırlayan kalmadı keyif saçar mıydı
bahçelerdeki mermer fenerlerin ışıkları.
Belki tomurcuklar açtığı zaman toplaşıp kutlarlardı
ama çocukları öldürüldükten sonra
tomurcuklar da kalmadı.
Efendim, yanmış ağız gülemez, acıtır yanakları.
Bir düş önceydi bu dedikleriniz. Neşeye davetiyedir süsler.
Tüm kemikler kömür olmuştu.
Kimse artık hatırlamıyor. Hatırlayın,
köylüydü zaten çoğu onların;
pirinç ve bambuyla geçerdi hayatları.
Çeltik tarlalarında yansırken huzur dolu bulutlar,
yamaçtaki sekilere ayaklarını gömerken su sığırları,
belki anlatırdı babalar oğullarına eski masalları.
Oysa bombalar suların aynalarını paramparça ettiğinde
çığlık atmaya yetecek kadar zamanları anca olmuştu.
O şarkı gibi konuşmalarından
şimdi geriye yalnızca bir yankı kaldı.
Pervane böceklerinin mehtaptaki uçuşunu andırırmış
anlatılanlara göre şarkıları.
Kim bilebilir ki? Şimdi sessiz oralar.
 


Denise Levertov
çev: Cem Duran






What Were They Like?


Did the people of Viet Nam
use lanterns of stone?
Did they hold ceremonies
to reverence the opening of buds?
Were they inclined to quiet laughter?
Did they use bone and ivory,
jade and silver, for ornament?
Had they an epic poem?
Did they distinguish between speech and singing?

Sir, their light hearts turned to stone.
It is not remembered whether in gardens
stone gardens illumined pleasant ways.
Perhaps they gathered once to delight in blossom,
but after their children were killed
there were no more buds.
Sir, laughter is bitter to the burned mouth.
A dream ago, perhaps. Ornament is for joy.
All the bones were charred.
it is not remembered. Remember,
most were peasants; their life
was in rice and bamboo.
When peaceful clouds were reflected in the paddies
and the water buffalo stepped surely along terraces,
maybe fathers told their sons old tales.
When bombs smashed those mirrors
there was time only to scream.
There is an echo yet
of their speech which was like a song.
It was reported their singing resembled
the flight of moths in moonlight.
Who can say? It is silent now.


Denise Levertov





Levertov - 1957

Çeviri Notları

Levertov Vietnamlılarla ilgili 6 soru sorup bu sorulara başka birinin, belki bir yetkilinin, belki savaş sonrası oraları görmüş birinin ağzından (ör: Tüm kemikler kömür olmuştu.) cevap veriyor. Şiiri Cevat Çapan da zamanında çevirmiş ve nedense soruları numaralandırmayı tercih etmiş. Ben açıkçası çevirmenin şiirin içine bu tarz açıklayıcı eklentiler yapmasına karşıyım. Şair böyle bir numaralandırmayı tercih etmediyse buna saygı duymak gerekir diye düşünüyorum. Cevat Çapan'ın çevirisini bu notların sonuna ekledim. 

Levertov'un "Vietnam"ı "Viet Nam" olarak yazışına dokunmadım. Vietnamca, tıpkı Çincede olduğu gibi hecelerle konuşulan bir dil. Bazıları bu özelliği Vietnamca sözcükleri Latin alfabesiyle yazarken de yansıtmaya çalışıyor. Pekin'i Pey Kin veya PeyKin, Saygon'u Say Gon veya SayGon, Tokyo'yu To Kyo veya ToKyo olarak yazmak gibi. Fakat bu yazış şeklini Vietnamlıların bile benimsemedikleri anlaşılıyor. Sonuçta Vietnamcadaki vurguları hakkıyla ifade etmek için Latincede diakritikleri (fonetik işaretleri) kullanmak gerekir ki kimse o zahmete girmek istemiyor.

Şiirde geçen mermer fener, Doğu kültürüne özgü şöyle bir güzellik:
 






NEYE BENZİYORLARDI?

1)Vietnamlılar taştan fenerler
kullanıyorlar mıydı?
2)Törenlerle kutluyorlar mıydı
tomurcukların açışını?
3)Sessizce gülme eğilimleri var mıydı?
4)Süs olarak kemik ve fildişi,
yeşim taşı ve gümüş takınıyorlar mıydı?
5)Destanları var mıydı?
6)Konuşmakla türkü söylemek arasında
bir ayırım yapıyorlar mıydı?


1)Efendim, yumuşak yürekleri taşa dönüşmüştü.
Taş fenerlerin bahçelerde güzel yolları
aydınlatıp aydınlatmadığı hatırlanmıyor.
2)Belki bir kez tomurcukları kutlamak için
toplanmışlardı,
ama çocuklar öldürüldükten sonra
tomurcuklar açmadı.
3)Efendim, yanık ağızlara acı verir gülmek.
4)Bir düş önce, belki. Sevinmek içindir süs.
Bütün kemikler kömür olmuştu.
5)Hatırlanmıyor. Unutmayın ki,
çoğu köylüydü; pirinç ve bambuyla
yaşıyorlardı.
Sessiz bulutlar çeltik tarlalarında yansıdığında
ve bayırdaki setlerde korkusuzca yürürken manda,
belki babalar eski masallar anlatmışlardır
oğullarına.
Bombalar bu aynaları parçalayınca,
ancak çığlık atmaya vakit kalmıştı.
6)Hâlâ türküye benzer bir yankısı
duyuluyor konuşmalarının.
Anlatıldığına göre türkü söyleyişleri
pervanelerin ay ışığında
uçuşuna benzermiş.
Kim bilebilir? Artık her yer sessiz.

Denise Levertov
çev: Cevat Çapan










Tarihe Geçen Çeviri Hataları - 1 - Agnesi Cadısı

Maria Agnesi (1718-1799), Milan'ın en varlıklı kişilerinden ipek tüccarı Pietro Agnesi'nin en büyük çocuğuydu. Üstün yetenekli bir kız olan Maria, babasının da teşviğiyle sıkı bir eğitim gördü. 13 yaşına geldiğinde İtalyanca, Fransızca, Yunanca, İbranice, İspanyolca, Almanca ve Latince konuşabiliyordu. Babası, dönemin önde gelen akademisyenleri ve tanınmış kişileriyle felsefi tartışmalara girmesi için ortam sağlardı. 9 yaşındayken yazdığı (aslında öğretmenlerinden birinin yazdığı) bir denemeyi Latinceye kendisi çevirmiş ve evlerinin bahçesinde yapılan akademik bir toplantıda ezberden okumuştu. Denemenin konusu da kadınların eğitim görme hakkıydı. 

Kendisini gören dönemin entellektüel erkeklerinin
tanımına göre güzeller güzeli Maria Agnesi
İnsanların gözü önünde olmaktan hoşlanmayan Maria, annesinin ölümü üzerine rahibe olmak için babasından izin istedi. Ret cevabı alınca babasıyla bir anlaşmaya vardı: dilediğinde kiliseye gidebilecek, yalın kıyafetler giyebilecek ve her türlü kalabalık toplantı ve eğlenceden muaf olacaktı. Evdeki en büyük işi ise annesi öldükten sonra iki kez daha evlenen babasından olan toplam 20 küçük kardeşini eğitmekti. Dış dünyayla bağlantısını kesen Maria, kendini dine ve matematiğe verdi, diferansiyel ve integral kalkülüs üzerine çalışmalar yaptı. 

Diferansiyel kalkülüs üzerine bir kitap yazarak kendi çabalarıyla bastırdı. En ünlü eseri, 1748'de yayınladığı Instituzioni Analitiche ad Uso Della Gioventu` Italiana (İtalyan Gençlerin Kullanımı İçin Analitik Kurumlar) adlı kitabıdır. 1750'de Papa 16. Benedict, Bologna Üniversitesinde matematik profesörü olması için davette bulundu; üstelik bu pozisyonu resmi olarak onaylandı. Fakat Agnesi, mütevazı yaşam tarzıyla örtüşmediği için asla üniversiteye gitmedi. 

Matematikte "Agnesi cadısı" adıyla bilinen ünlü bir eğri vardır:



xy2 = c2(c - x)

Bu denklemde c sabit sayı, x ve y değişkendir. Şeklinin cadıya benzediğini söylemek oldukça zor. Olsa olsa cadı şapkasına benziyor denebilir ki ucu sivri bile değil. Daha önceden Pierre de Fermat'nın ve Guido Grandi'nin incelediği bu eğriye Guido Grandi, 1718'de "yelkeni döndüren halat" anlamında Latince "versoria" adını uygun görür ki gerçekten de düşününce benziyor. İtalyancada ise "versiera" denmesini önerir. Maria Agnesi ise bu eğriye Instituzione Analitiche adlı ünlü eserinde yer verir. 

Ne var ki çeşitli matematik kitaplarını İngilizceye çeviren John Colson, Agnesi'nin kitabındaki "la versiera" sözcüğünü Latince "adverierius" (Tanrının düşmanı, dişi şeytan ve cadı) kökünden gelen "l'aversiera" sandığı için "cadı" olarak çevirir. Sonuçta hayatını Tanrının hizmetine adamış olan Maria Agnesi'nin adı, tarihe Agnesi Cadısı olarak geçer.






Kaynak: NTV yayınlarından çıkacak olan kendi çevirdiğim Ian Stewart'ın "Profesör Stewart'ın Matematiksel İlginçlikler Dolabı" adlı kitabı.

Çeviride Kaybolmak (Lost in Translation) Deyimi Üzerine



Sofia Coppola'nın 2003 yılında gösterime giren "Lost in Translation" filmi büyük başarı elde edince, çeviride kaybolmak deyimi popüler söz dağarcığına dahil oldu. Deyim temel olarak üç anlamda kullanılıyor:

1- Çeviride kaybolan kültürel anlam. Bir kültürde özel bir anlamı olan bir sözcüğün veya deyimin, diğer kültürde karşılığı olmadığı veya farklı bir karşılığı olduğu için harfiyen tercüme edildiğinde o özel anlamının kaybolması.

Örnek: İngilizler "çok içmek" anlamında "balık gibi içmek" derken Fransızlar "çukur gibi içmek", biz ise "sünger gibi içmek" diyoruz.

2- Çeviride kaybolan yan anlam. Çift anlamlı bir sözcük veya deyimin, diğer dilde veya kültürde aynı çift anlama sahip olmamasından dolayı çevirinin her iki anlamı birden yansıtmaması.

Örnek: İngilizcedeki "ring", hem halka, hem de çınlama/tınlama anlamına gelir. Eğer şair bu sözcüğü her iki anlamını birden akla getirecek şekilde kullanırsa, birebir çevirisi mümkün olmaz; bu durum ancak notlar aracılığıyla belirtilebilir. [1↓]

3- Çeviride kaybolan estetik. Kullanılan dile özgü biçimsel güzelliklerin çeviride kaybolması. Sözgelimi bir şiirin hem anlamını, hem de biçimini ve söz oyunlarını koruyarak bir başka dile aktarabilmek, elbette herşeyden önce çevirmenin becerisine, dil bilgisine ve gösterdiği özene bağlıdır. Örneğin bir divan şiirini anlamını ve aruz ölçüsünü koruyarak İngilizceye aktarmak çok ama çok zordur.


"Şiir, çeviride kaybolan şeydir" sözü kime ait?


Kimilerine göre şiir çevirisi, dile özgü biçimsel güzellikler korunamayacağı için mümkün değildir. Hatta bu anlayıştan yola çıkarak bir şiir tanımı yapılabilir: Nesirle yazıldığında veya başka bir dile çevrildiğinde kaybolan şeye şiir denir; şiir o kaybolan şeydir. Bu sözün genelde Robert Frost'a atfedilen ve en yaygın olan versiyonu şöyledir:

Poetry is what gets lost in translation.

Şiir, çeviride kaybolan şeydir.

Ne var ki Frost bu sözü hiçbir zaman - en azından birebir bu şekliyle - söylememiştir. Frost uzmanı James Sitar'a göre Frost basılı eserlerinin ve defterlerinin hiçbirinde bu söze yer vermemiş, ancak bu sözle örtüşen fikirlerini, verdiği çeşitli derslerde ve röporajlarda dile getirmiştir.

İlk olarak 18 Mayıs 1953'te Dartmouth Kolejinde verdiği bir derste şöyle demiştir:

"Let me say one more thing that poetry is: poetry is that that evaporates from both prose and verse when it’s translated." [2]

"Şiirin bir başka yönünü daha söyleyeyim: şiir, çevrildiğinde hem nesirde, hem de nazımda buharlaşıp giden şeydir."

Basılı kaynaklarda ise ilk olarak 1959'da Paris Review dergisine verdiği şu röportajda raslarız:

"I could define poetry this way: It is that which is lost out of both prose and verse in translation." [3]

"Şiiri şu şekilde tanımlayabilirim: Hem nesir hem de nazım çevirisinden yitip giden şeydir."

Neden bu kadar ayrıntıya girdiğimi şimdi söyleyeceğim: Ünlü Orta Doğu tarihçisi Bernard Lewis'e göre ise sözün asıl sahibi Ahmet Haşim'dir! Lewis, "From Babel to Dragomans" (Babil'den Dragomanlara) adlı kitabında, James Howell'ın "bazılarına göre çeviri bir Türk halısının arka yüzü gibidir" sözüne yer verdikten sonra şu iddiada bulunur:

A similar sentiment inspired the Turkish poet Ahmet Hashim who, when asked what was the essence of poetry, replied: ‘That which is lost in translation.’ [4]

Benzer hislerden ilham alan Türk şair Ahmet Haşim, şiirin özü nedir diye sorulduğunda "Çeviride kaybolan şeydir" yanıtını vermişti.

Bernard Lewis'in bu konudaki uzmanlığı su götürmez. Kendisi Orta Doğu tarihi üzerinde dünya çapında bir otorite olmasının yanında Ahmet Haşim'le, şiirlerini İngilizceye çevirip yayınlayacak kadar yakından ilgilenmiştir. Bununla birlikte kendimce yaptığım araştırmalarda Ahmet Haşim'in bu sözüne veya bu anektoda başka bir yazılı kaynakta rastlayamadım. Sözcüklerin birebir karşılıklarına takılmayacak olursak, Frost'un 50'lerde ifade ettiği fikri Haşim'in 1920'lerde ifade ettiğini söyleyebiliriz:

Tercüme, bazen renkli bir menşurdur ki, şuaı tevkif etmeksizin onu yabancı renklere bulayıp zevkini tağyir eder. [5]

Çeviri, bazen renkli bir eserdir ki, ışınlarının önünü kesmeksizin onu yabancı renklere bulayıp zevkini bozar.

“Mânâ” araştırmak için şiiri deşmek terennümü yaz gecelerinin yıldızlarını ra’şe içinde bırakan hakir kuşu eti için öldürmekten farklı olmasa gerek. [6]

"Anlam" araştırmak için şiiri deşmek, şakıması yaz gecelerinin yıldızlarını titreyiş içinde bırakan zavallı kuşu eti için öldürmekten farklı olmasa gerek.

Kelime tahvilâtı ve ahenk endişeleri arasında “mânâ” küsûfa uğrarsa “ruh” onu ahengin lezzetiyle telafi eder. Esasen “mânâ” ahengin telkinatından başka nedir? Şiirde mevzu şair için terennüm ve tahayyüle bir vesiledir. ..... Bu tarifin haricinde hiçbir şiir yoktur. [6]

Yanlış sözcük seçimleri ve ahenk endişeleri arasında "anlam" güneş tutulmasına uğrarsa, "ruh" onu ahengin lezzetiyle telafi eder. Esasen "anlam" ahengin telkinatından (telkin ettiklerinden) başka nedir? Şiirde konu, şair için ezgi ve imgeleme bir araçtır. ..... Bu tarifin dışında hiçbir şiir yoktur.

Bir başka yerde ise şiirin tanımını, nesre çevrilmesi mümkün olmayan şey olarak verir:

Denilebilir ki şiir nesre kabil ve tahvil olmayan nazımdır. [6]

Denilebilir ki şiir düzyazıda mümkün olmayan, düzyazıya çevrilemeyecek (/dönüştürülemeyecek) olan şeydir.

Dolayısıyla Bernard Lewis'in sözünü ettiği hikayenin doğruluğunu belgeleyemesek de, sözün Haşim'in görüşleriyle örtüştüğünü söyleyebiliriz. İki şairin karşılaştırılmasında bir başka dikkate değer nokta ise şudur ki, Frost'un yazdığı şiirler, sözlerini inkar edercesine çeviriye elverişli iken, Haşim'in şiirleri çeviriye gelmemeleri ve nesre döküldüğünde sihrini kaybetmeleri açısından söze arka çıkar niteliktedir.

Sonuç olarak aynı fikirde olmakla beraber, ne Frost, ne de Haşim sözü bugün en bilinen haliyle ifade etmemiştir. Onların bu sözleri insanların aktarmaları sırasında dil içi ve diller arası çeviriler yoluyla bugün bildiğimiz kusursuz denebilecek biçimini bulmuş, adeta şiirsel bir ifadeye dönüşmüştür. Kaderin bir cilvesi, çevirinin kendisi, nesirdeki söze şiirsellik katarak adeta söze aksi örnek oluşturmuştur.


Kim demiş, şiir çeviride kaybolan şeydir diye?


Benim bloğuma "çeviride kaybolanlar" adını koyma nedenim ise daha ziyade sözün ikinci ve uzak anlamı: çeviri yapayım derken metnin içinde kaybolup gidenler, bazen tek bir dizenin sesini, havasını ve çağrışımlarını diğer dilde yakalayabilmek için saatlerini, hatta günlerini harcayanlar, Oscar Wilde'ın "Bu sabah bir virgülü çıkardım, akşam geri yerine koydum." sözünü okuduklarında neyden bahsettiğini çok iyi bilenler. Çeviride kaybolan şeyler de vardır elbet, olmaz olur mu! Ama bunlar çeviride bulunanların yanında nedir ki? Pek çok şiir var ki birileri tarafından çevrilmeseydi zaten tümüyle kayıp kalacaktı. Bu yüzden çeviride kaybolanlar, çeviride bulunanların yanında önemsiz sayılır.

Ya da James Merrill'in "Lost in Translation" (Çeviride Kaybolanlar) şiirinde dediği gibi:

But nothing’s lost. Or else: all is translation
And every bit of us is lost in it
(Or found - ...


Fakat kaybolmaz hiçbir şey. Aksi taktirde: herşey çeviridir
Ve her bir parçamız içinde kaybolmuş demektir 

(Ya da bulunmuş - ...






NOTLAR

1. Lew Welch'in "I Saw Myself" şiiri buna güzel bir örnektir:


I saw myself
a ring of bone
in the clear stream
of all of it

and vowed
always to be open to it
that all of it
might flow through

and then heard
“ring of bone” where
ring is what a

bell does

Kabaca çevirirsek:

Kendimi tüm şeylerin
duru akışı içinde
bir kemik halkası
olarak gördüm

ve ant içtim
ona hep açık olacağıma
ki içimden akarak
geçebilsin tüm şeyler

ardından "kemik halkası"nın
tınlamasını işittim kulağımda
tınlaması gibi

tıpkı bir çanın

Beat şairi gerçekten duru bir derenin içinde bir hayvanın omurunu görüp de mi bu aşkın-deneyimi yaşadı bilmiyoruz. Bildiğimiz, içinden ve yanından suların akıp geçtiği bir kemik halkası gibi dingin, beklentisiz, kabullenici ve doğal olacağına dair kendine söz verirken, aklına sözcüksel bir çağrışım geldiği: kemik nasıl tınlama sesi çıkarırsa, şairin doğadaki tınlaması da şiiridir. Neyse, konumuza dönecek olursak, burada "ring" sözcüğündeki "halka" ve "tınlama/çınlama" çifte anlamı koruyarak aktarmak (en azından Türkçeye) pek mümkün gözükmüyor. Yapabileceğimiz şey, çeviride kaybolanın burada yaptığımız gibi bir not olarak okura belirtilmesi olabilir ancak. [1↑]

2. http://donshare.blogspot.com/2008/10/excrement-of-foreign-poets.html

3. Robert Frost, Conversations on the Craft of Poetry (1959)

4. Bernard Lewis, From Babel to Dragomans, Interpreting the Middle East, 2005.
Türkçede: Bernard Lewis, Babil'den Dragomanlara, Kapı Yayınları, 2008 çev: Ebru Kılıç

5. Ahmet Haşim, Bütün Eserleri-3. Gurabahâne-i Laklakan - Diğer Yazılar, Haz. Zeynep Kerman, İnci Enginün, Dergâh Yayınları

6. Ahmet Haşim, Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar, Piyale, 1926

Denise Levertov - Paralel Dünyanın Konukları

 

Paralel Dünyanın Konukları


Bizler insani arzularla dolu hayatlarımızı yaşarken
- gaddarlıklarla, hayaller, kavramlar,
suçlar ve erdemli olma çabalarıyla dolu hayatlarımızı -
içinde ve beraberinde bulunduğumuz dünya ise
zihnimizin meşgalelerinden habersiz,
kaygılarımızdan bağımsızdır
- etkilense de eylemlerimizden şüphesiz.
"Doğa" deriz bizimkine paralel ve örtüşük
bu dünyaya; kendimizin de "Doğa" olduğunuysa
anca gönülsüzce kabul ederiz.
Ne zaman bu aldırışsız evrene saf (neredeyse saf)
bir tepki olarak kendimizi akıntıya bırakıp
belki bir dakikalığına, belki bir saatliğine
saplantılarımızın, ve kuruntularımızın izini kaybediversek:
bulut, kuş, tilki, ışığın akışı, suyun yolculuğu sırasındaki
dansı, ışıklı bir pencere camındaki efsunlu efemeranın
engin dinginliği, hayvan sesleri, cansız doğanın mırıltısı,
yelin yağmura söyledikleri, denizin kayaya,
ve alevin kömüre kekeledikleri... İşte o zaman
içimizde kazığa bağlanmış birşey - çiğnenmiş ot
ve devedikeni yığını üzerindeki eşek gibi
ayağına bukağı vurulmuş birşey - serbest kalıverir.
Yakalanıp da kendi çemberimize
geri konduğumuzdaysa,
kimse bilmez nerelerdeydik biraz önce (ki
dönmek de zorundayız zaten, yazgılarımız bekler bizi)
- fakat değişmiş oluruz, azıcık da olsa.


Denise Levertov
çev: Cem Duran


Sojourns in the Parallel World


We live our lives of human passions,
cruelties, dreams, concepts,
crimes and the exercise of virtue
in and beside a world devoid
of our preoccupations, free
from apprehension - though affected,
certainly, by our actions. A world
parallel to our own though overlapping.
We call it "Nature"; only reluctantly
admitting ourselves to be "Nature" too.
Whenever we lose track of our own obsessions,
our self-concerns, because we drift for a minute,
an hour even, of pure (almost pure)
response to that insouciant life:
cloud, bird, fox, the flow of light, the dancing
pilgrimage of water, vast stillness
of spellbound ephemerae on a lit windowpane,
animal voices, mineral hum, wind
conversing with rain, ocean with rock, stuttering
of fire to coal--then something tethered
in us, hobbled like a donkey on its patch
of gnawed grass and thistles, breaks free.
No one discovers
just where we've been, when we're caught up again
into our own sphere (where we must
return, indeed, to evolve our destinies)
- but we have changed, a little.


Denise Levertov



Çeviri Notları


Levertov'un bu şiirini çevirmeye yeltenmem, aslında bir önceki "Sır" şiirinden kaynaklanıyor. Çünkü orada sözü geçen iki kızın başına gelen şey, bir bakıma bu şiirde benim başıma gelir gibi oldu. Dolayısıyla belki o kızların da sırrı bulduğu şiir budur diye düşündüm. Aynı zamanda serbest şiir çevirisinin ne denli zor olabileceğini hatırlatması açısından da faydalı oldu.

Özellikle iki bölüm beni etkiledi. Birincisi, bizim de "Doğa" olduğumuzu dile getirmesi. Genelde "doğanın parçası" olarak duymaya alıştığımız bu düşünce, tek başına "doğa" olarak dile getirilince o alışılagelmiş kalıptan sıyrılarak taze bir düşünce halini alıyor. İnsanın aklına "ben de Doğa olduğuma göre neyden korkuyorum? Doğa sonsuz değişim ve dönüşümdür," gibi mistik düşünceler geliyor.

Etkilendiğim ikinci kısımsa ayağına bukağı vurulmuş eşek benzetmesi oldu. Eşeğin çim ve devedikenlerinin üzerine otlasın diye bırakılması, eşeğin mutluluğu için değil, çalışacak enerjiyi ve gücü kazanması içindir. Ayağına vurulan bukağı ise fazla uzaklara açılmasını engelleyecek, sahibinin dilediğinde onu tekrar işe koşmasını sağlayacaktır. Bu açıdan refah düzeyi yüksek ama özgürlüğü elinden alınmış modern insanı andırıyor.

Deri bukağı. Eskiden bunun demirden olanları kullanılırmış ki
hayvanın ayaklarını yaraladığı sık olurmuş.

Dikkate değer bir başka nokta ise Levertov'un mistik konulara yaklaşımındaki yapmacıksızlığı, ve bu gibi deneyimleri gündelik hayatın bir parçası olarak gören tavrı:

Yakalanıp da kendi çemberimize / geri konduğumuzdaysa, / kimse bilmez nerelerdeydik biraz önce (ki / dönmek de zorundayız zaten, yazgılarımız bekler bizi) / - fakat değişmiş oluruz, azıcık da olsa.

Aslında üzerinde düşündükçe, aynı zamanda Levertov'un "ruhsal materyalizm"e kendiliğinden geliştirdiği samimi bir tepki olarak da görmeye başladım bu şiiri. Batı kültüründe mistik felsefelere olan ilgi, ruhsal gelişimi dev bir sektör haline getirdi. Modern insana, spor yaparak vücudunu geliştirir gibi ruhunu da geliştirebileceği fikri aşılandı. Her kitapçıda bir "New Age" veya "ruhsal gelişim" reyonu bulunuyor; insanlar ruhsallık üzerine özel hocalardan pahalı dersler alıyor. "Bunu da yaptım, sıradaki" / "been there, done that" tarzı narsist dünya görüşünü terk etmeyip, bir yandan da "aman ruhsal gelişimimden de geri kalmayayım" diye çabalara girişince, ortaya komik durumlar çıkıyor. Mistisizmle bu şekilde ilgilenen insanların, öğrendikleri ruhsal öğretilerden dolayı kendilerini diğerlerinden üstün görmeleri olgusu, ve kendilerini ruhani konularda derin bir insan olarak tanıtma çabaları Doğulu mistiklerin gözünden kaçmamış olsa gerek ki buna bir ad bile takmışlar: Ruhsal Materyalizm (Spiritual Materialism) veya Ruhsal Narsizm (Spiritual Narcissism). İşte Levertov'un şiiri, konuya şişirmeden, büyük mesele haline getirmeden yaklaşımıyla, bu tutumun yapmacıksız bir anti-tavrını sunuyor adeta. Orhan Veli'nin şu şiirini okusa eminim hoşuna giderdi:

İlk yemişini bu sene verdi,
Kızılcık,
Üç tane;
Bir daha seneye beş tane verir;
Ömür çok,
Bekleriz;
Ne çıkar?

İlâhi kızılcık!

Orhan Veli


Denise Levertov - Sır

 

Sır


Umulmadık bir
şiir dizesinde,
yaşamın sırrını
keşfetmiş iki kız.

Dizeyi yazan benmişim
ki sırdan haberim yok.
Bana da
onlar söyledi

(üçüncü bir kişi vasıtasıyla)
fakat bu sır neymiş
bilmediğim gibi
hangi dize olduğunu da

öğrenemedim. İşin aslı, aradan
bir haftadan uzun zaman
geçtiğine bakacak olursak,
ne sır kalmıştır

şimdiye akıllarında, ne dize,
ne de şiirin adı.
Onları seviyorum, benim bulamadığım şeyi
buldukları için,

beni yazdığım o dizeden dolayı
sevdikleri için,
ve de unuttukları için,
ki böylece

daha bin kez, ölüm
onları bulana dek,
yeniden keşfetsinler onu,
başka dizelerde

başka yaşantılarda.
Ve de bunu
bilmek istedikleri için,
böyle bir sırrın

olduğuna
inandıkları için, evet,
en çok da
bunun için.


Denise Levertov
çev: Cem Duran




The Secret



Two girls discover
the secret of life
in a sudden line of
poetry.

I who don't know the
secret wrote
the line. They
told me

(through a third person)
they had found it
but not what it was
not even

what line it was. No doubt
by now, more than a week
later, they have forgotten
the secret,

the line, the name of
the poem. I love them
for finding what
I can't find,

and for loving me
for the line I wrote,
and for forgetting it
so that

a thousand times, till death
finds them, they may
discover it again, in other
lines

in other
happenings. And for
wanting to know it,
for

assuming there is
such a secret, yes,
for that
most of all.



Denise Levertov






Çeviri Süreci


İngiltere doğumlu Amerikalı kadın şair Denise Levertov (1923-1997), "Black Mountain" şairleri arasında sayılır. Onlar gibi klasik biçimlerden kaçınarak şiirin içeriğini yansıtan serbest biçimleri tercih eder; şiirin ritmini ve dizeleri kıracağı yerleri kulak ve nefesine gelişine göre belirler. Bu serbest yaklaşımı, elbette çevirmen için de kolaylık sağlıyor.

İki sözcüğü Türkçede hangi sözcüklerle karşılamamın uygun olacağına karar verirken zorlandım:

1) happening:
"Olay" ve "yaşantı" arasında kaldım. "Olay" ise daha ziyade etkileri gözle görülebilir, belirli bir başlangıcı ve bitişi olan şeyler için kullanılıyor. Halbuki Levertov'un buradaki kastı yaşanılan her şey. "Yaşantı" sözcüğü "yaşanılan bir şey", "yaşamın bir bölümü" ve "deneyim" gibi anlamları kapsadığından tercih ettim. 

2) assume: Burada "inanmak", "varsaymak", "kabul etmek", "sanmak" ve "düşünmek" arasında kaldım. "Kabul etmek"i, yan anlamlarından dolayı attım. "Varsaymak" ise şüpheci bir yaklaşımı çağrıştırıyor. "Kabul etmek", daha çok bilimsel metinlerdeki "önkabul"ü çağrıştırıyor. "Sanmak" ise yanılmayı içeriyor gibi. Dolayısıyla geriye buradaki anlamı Türkçede karşılayan bir tek "inanmak" kaldı.

Miroslav Holub - Sinek


Sinek


Üzerine oturduğu söğüt gövdesinden,
Crécy muharebesinin bir bölümünü
seyretti.
Bağırışlar,
iniltiler,
böğürtüler,
devrilişler, ezilişler.

Fransız süvarilerin
On dördüncü hücumu sırasında,
Vadincourt'tan
kahverengi gözlü bir erkek sinekle
çiftleşti.

Bağırsakları dışarı fırlamış bir atın üstüne konup
bacaklarını birbirine sürterken
sineklerin
ölümsüzlüğü üzerine düşündü.

İçini kaplayan huzurla havalanıp                                
Clervaux Dükünün
mor diline konuverdi.

Ortalığa sessizlik çöküp de
çürümenin fısıltısı
bedenleri nazikçe sarmaladığında

ve geriye yalnızca
ağaçların altında seğirmeye devam eden
birkaç kol ve bacak kaldığında,

Kraliyet silahtarı
Johann Uhr'un
tek gözüne
yumurtalarını bıraktı.

Estrees'teki alevlerden kaçan
karasağanın teki tarafından
mideye indirilmesi de
işte o sırada oldu.


Miroslav Holub
çev: Cem Duran


Çeviri Süreci

Miroslav Holub (1923-1998) Doğu Blokunun bir üyesi olan Çekoslavakya'nın komünist parti tarafından katı ve baskıcı anlayışla yönetildiği dönemde yaşamış bir şair. Asıl mesleği doktorluk (patolog ve sonradan immünolog) olan Holub, hem doktorluk, hem de şairliğiyle Batıda adını duyurmuş olması açısından nadir bir isim.
Ben Holub'un anadili olan Çekçeyi bilmediğimden, şiirin 4 İngilizce, 2 Fransızca, bir de İspanyolca çevirilerini karşılaştırarak çevirdim. Normalde çevirinin çevirisi tercih edilmese de, Holub'u bu ilkenin dışında tutabileceğimizi düşünüyorum. Çünkü kendisinin de belirttiği gibi, yazarken çevirisinin nasıl olabileceğini aklının bir köşesinde değerlendiren bir şair Holub. Zaten Batıda tanınmasının belki de en önemli nedeni, şiirlerinin çeviriye bu denli elverişli olmaları. Bu da temelde üç nedenden kaynaklanıyor:
1) Öyküsel anlatım. Öyküsel anlatım, imgesel ve soyut anlatıma göre kültürden kültüre daha kolay aktarılabiliyor; çevirme ve anlamadaki kirlenme payı düşüyor.
2) Dilinin sadeliği. Holub'un şiirleri gramatik açıdan düzyazıya çok yakın. Öyle ki, devrik cümlelere bile yüz vermiyor. Anlatım tarzı ise duygusallıktan uzak. Liriklikten itinayla kaçınıyor. Doktorların hasta yakınlarına bilgi verirken tercih ettiği konuşma diliyle söylüyor şiirlerini adeta. Kendi sözleriyle: "Şiirlerimi, şiire karşı duyarsız insanlar için yazıyorum... Şiirlerimi gazeteyi okudukları gibi, veya futbol maçı seyreder gibi okumalarını istiyorum. İnsanların şiiri daha zor, daha efemine veya daha takdire şayan birşey olarak görmelerini istemiyorum."
3) Kafiye ve vezin kullanmayışı. Bunların olmaması, çevirmenlerin önündeki zorlu kısıtlamaları ortadan kaldırıyor. Bununla birlikte Holub'un şiirlerini serbest nazım olarak görmek de tam doğru olmaz, çünkü kendine özgü biçim anlayışına sahip. Şiirlerini uzun ve kısa dizelerle, kendi deyişiyle her dize bir "dikkat birimi" olacak şekilde yazıyor. "Uzun dizelerle merak uyandırmaya, kısa dizelerle yüksek vurgu yaratmaya çalışıyorum" diye açıklıyor bunu. Kısa dizeleri genelde tek sözcüklük veya tek imgelik dizeler. "Genel olarak söylersek, tüm şiirler dizelerin öncesinde ve sonrasında bir sessizliği hedefler. Benim anlayışıma göre şiir, minimum sözcükle maksimum sessizliği algılatmalıdır."

Gerard Manley Hopkins - Çağlama ve Döküm


Çağlama ve Döküm


                                             Genç bir çocuğa


Margaret, bu mahsunluğun niye?
Sazlı koru yaprak sızlanıyor mu diye?
Yapraklar da insanların yaptıkları gibi,
Tasalandırıyor mu taze temiz düşüncelerini?
Heyhat! Ömür kırışıp da çatınca kışı kalbin,
Değeri kalmaz gözünde bu görüntülerin.
Yıllar akar da yıllara, yüreğini bir kabuk bağlar,
Umursamaz gönül,
önünde yıkılsa da dağlar;
Ama gözler bu sefer bir başka bilgelikle ağlar.
Adını ne koyarsan koy gelir bahar,
Aynıdır tüm hüzünlerin doğduğu pınar.
Gönül görür, kalp kestirir belki amma
Dile gelmez, akla sığmaz bu muamma:
Budur insanoğluna yazılan felaket
Ağıdını yaktığın kişi sensin Margaret.



çev: Cem Duran 

Spring and Fall

                                         To a young child

MÁRGARÉT, áre you gríeving
Over Goldengrove unleaving?
Leáves, líke the things of man, you
With your fresh thoughts care for, can you?
Áh! ás the heart grows older
It will come to such sights colder
By and by, nor spare a sigh
Though worlds of wanwood leafmeal lie;
And yet you wíll weep and know why.
Now no matter, child, the name:
Sórrow’s spríngs áre the same.
Nor mouth had, no nor mind, expressed
What héart héard of, ghóst guéssed:
It ís the blight man was born for,
It is Margaret you mourn for.


Gerard Manley Hopkins

Çeviri Süreci


İlk olarak şiirin harfiyen (literal) çevirisini yazıyorum. Bu çevirinin amacı, şiirin kafiyesini, ritmini veya diğer biçimsel özelliklerini vermek değil, İngilizce bilmeyen veya az bilenlere yardımcı olması amacıyla anlamını birebir Türkçeye çevirmek:

Spring and Fall - harfiyen çeviri:
İlkbahar (/Pınar) ve Sonbahar (/Düşüş)

Margaret, hüzünleniyor (/üzülüyor) musun
Altınkoru yapraksızlanıyor diye?
Yapraklar, insanın şeyleri gibi, sen
Taze düşüncelerinle umursuyorsun (/dert ediyorsun), yapabilir misin?
Ah! kalp yaşlandıkça
O bu görüntülere daha soğuk gelecek.
Zamanla, ne de bir iç çekiş esirgeyerek
Solgunağaç yapraköğünü dünyaları yatsa da;
Ve yine de ağlayacaksın ve bileceksin niye.
Şimdi önemi yok, çocuk, ismin:
Hüznün kaynakları (/ilkbaharları) aynıdır.
Ne ağız, ne de ne akıl, ifade etmiştir
Kalbin duyduğu şeyi, hayaletin tahmin ettiğini:
O insanın doğma nedeni olan yıkımdır (/marazdır)
Yasını tuttuğun Margaret'tir.
Bazı gözlemler:
1- Orjinalinden ve harfiyen çevirinden anlaşılacağı üzere, şiir ilk okuyuşta anlamını ve güzelliğini ele vermiyor (en azından bana vermedi). Bunun bir nedeni bazı cümlelerin standart gramer kurallarına uymaması (Nor mouth had, no nor mind, expressed / What heart heard of, ghost guessed), ikinci nedeni "unleave", "wanwood" ve "leafmeal" gibi sözlük-dışı, türetik sözcükler içermesi, üçüncü nedeni ise örneğin "ruhun sezdiği" yerine "hayaletin tahmin ettiği" gibi sıradışı ifadeler barındırması. 

2- Şairin neden böyle bir anlatım yolu seçtiğini anlayabilmek için şiir anlayışına bakmamız gerekiyor. Hopkins, ritme ve iç-seslere büyük önem veren bir şair. Öyle ki, okurun hangi heceleri vurgulaması gerektiğini, sesli harflerin üzerine çentik koyarak belirtmeye kadar vardırmış işi. Bu vurgular, aynı zamanda onun kendi buluşu olan "sprung rhythm"e bir yol gösterici niteliğinde. Bununla da yetinmeyip şiiri her dizesine yaydığı muazzam bir aliterasyon örgüsüyle bezemiş. Ritim ve ses bu derece ön planda olunca, leksikon, gramer ve anlamı ikinci plana itmekten veya eğip bükmekten çekinmemiş. Kafiyeleri italik, aliterasyonları kırmızı kalın harflerle belirterek şiiri baştan okuyalım. (Sesli okumak sesleri daha iyi duymaya yardımcı olacaktır): 

MÁRGARÉT, áre you gríeving
Over Goldengrove unleaving?
Leáves, líke the things of man, you
With your fresh thoughts care for, can you?
Áh! ás the heart grows older
It will come to such sights colder
By and by, nor spare a sigh
Though worlds of wanwood leafmeal lie;
And yet you ll weep and know why.
Now no matter, child, the name:
Sórrow’s spríngs áre the same.
Nor mouth had, no nor mind, expressed
What héart héard of, ghóst guéssed:
It ís the blight man was born for,
It is Margaret you mourn for.


 

Ben de şairin anlayışı doğrultusunda, ritmi ve iç-sesleri anlamın önüne koydum, elimden geldiğince prozodiyi yansıtmaya çalıştım.

3- Şiirin kafiye şeması şöyle: aabbccdddeeffgg. Tam ortada yer alan üç dizenin (ddd) şiiri anlamsal olarak da gençlik ve yaşlılık olarak ikiye ayırdığı söylenebilir. 

4- Şiirin ortasındaki üç dizenin (ddd) birincisinde (By and by, nor spare a sigh) "by" ve "sigh" ile yaratılan iç kafiyeden dolayı, bu üç dize kafiye açısından dört dize olarak da değerlendirilebilir:
by and by
spare a sigh
leafmeal lie
know why

5- Sondan bir önceki dize "It is the blight man was born for" hakkında da bir not eklememiz yerinde olur. Hopkins, 1844 ile 1889 yılları arasında yaşamış bir İngiliz katolik rahip. Hristiyanlık inancına göre insan, ilk günahı işleyerek cennet bahçesinden kovuldu ve sonsuz yaşamdan oldu. Şiirde geçen "blight" (yıkım) da her insanın "tadacağı", Tanrının her insanın kaderine yazdığı bir yıkım olarak değerlendirilebilir. Dahası Hopkins, şiirin başlığındaki "sonbahar" sözcüğünü İngiliz İngilizcesindeki "autumn" sözcüğüyle değil,
cennetten düşüş anlamını sezdirebilmek için Amerikan İngilizcesindeki "fall" (sonbahar/düşüş) sözcüğüyle ifade etmiş. Margaret çocuk aklıyla mevsimlerin değiştiğine, yaprakların döküldüğüne üzülürken bir gün gelecek bu kendi dışındaki maddi dünyanın değişimine ağlamaz olacak, fakat bu sefer de içten içe kendi ölümünün yaklaştığını sezerek ona kahrolmaya başlayacaktır. İnsan, ağzıyla dile getiremese ve aklıyla ifade edemese de ruhuyla sezmektedir ki aslında tüm hüzünlerin kaynağı, kendi kaybettikleri ve kendi faniliğidir.