Paralel Dünyanın Konukları
Bizler insani arzularla dolu hayatlarımızı yaşarken
- gaddarlıklarla, hayaller, kavramlar,
suçlar ve erdemli olma çabalarıyla dolu hayatlarımızı -
içinde ve beraberinde bulunduğumuz dünya ise
zihnimizin meşgalelerinden habersiz,
kaygılarımızdan bağımsızdır
- etkilense de eylemlerimizden şüphesiz.
"Doğa" deriz bizimkine paralel ve örtüşük
bu dünyaya; kendimizin de "Doğa" olduğunuysa
anca gönülsüzce kabul ederiz.
Ne zaman bu aldırışsız evrene saf (neredeyse saf)
bir tepki olarak kendimizi akıntıya bırakıp
belki bir dakikalığına, belki bir saatliğine
saplantılarımızın, ve kuruntularımızın izini kaybediversek:
bulut, kuş, tilki, ışığın akışı, suyun yolculuğu sırasındaki
dansı, ışıklı bir pencere camındaki efsunlu efemeranın
engin dinginliği, hayvan sesleri, cansız doğanın mırıltısı,
yelin yağmura söyledikleri, denizin kayaya,
ve alevin kömüre kekeledikleri... İşte o zaman
içimizde kazığa bağlanmış birşey - çiğnenmiş ot
ve devedikeni yığını üzerindeki eşek gibi
ayağına bukağı vurulmuş birşey - serbest kalıverir.
Yakalanıp da kendi çemberimize
geri konduğumuzdaysa,
kimse bilmez nerelerdeydik biraz önce (ki
dönmek de zorundayız zaten, yazgılarımız bekler bizi)
- fakat değişmiş oluruz, azıcık da olsa.
Denise Levertov
çev: Cem Duran
Sojourns in the Parallel World
We live our lives of human passions,
cruelties, dreams, concepts,
crimes and the exercise of virtue
in and beside a world devoid
of our preoccupations, free
from apprehension - though affected,
certainly, by our actions. A world
parallel to our own though overlapping.
We call it "Nature"; only reluctantly
admitting ourselves to be "Nature" too.
Whenever we lose track of our own obsessions,
our self-concerns, because we drift for a minute,
an hour even, of pure (almost pure)
response to that insouciant life:
cloud, bird, fox, the flow of light, the dancing
pilgrimage of water, vast stillness
of spellbound ephemerae on a lit windowpane,
animal voices, mineral hum, wind
conversing with rain, ocean with rock, stuttering
of fire to coal--then something tethered
in us, hobbled like a donkey on its patch
of gnawed grass and thistles, breaks free.
No one discovers
just where we've been, when we're caught up again
into our own sphere (where we must
return, indeed, to evolve our destinies)
- but we have changed, a little.
Denise Levertov
Çeviri Notları
Levertov'un bu şiirini çevirmeye yeltenmem, aslında bir önceki "Sır" şiirinden kaynaklanıyor. Çünkü orada sözü geçen iki kızın başına gelen şey, bir bakıma bu şiirde benim başıma gelir gibi oldu. Dolayısıyla belki o kızların da sırrı bulduğu şiir budur diye düşündüm. Aynı zamanda serbest şiir çevirisinin ne denli zor olabileceğini hatırlatması açısından da faydalı oldu.
Özellikle iki bölüm beni etkiledi. Birincisi, bizim de "Doğa" olduğumuzu dile getirmesi. Genelde "doğanın parçası" olarak duymaya alıştığımız bu düşünce, tek başına "doğa" olarak dile getirilince o alışılagelmiş kalıptan sıyrılarak taze bir düşünce halini alıyor. İnsanın aklına "ben de Doğa olduğuma göre neyden korkuyorum? Doğa sonsuz değişim ve dönüşümdür," gibi mistik düşünceler geliyor.
Etkilendiğim ikinci kısımsa ayağına bukağı vurulmuş eşek benzetmesi oldu. Eşeğin çim ve devedikenlerinin üzerine otlasın diye bırakılması, eşeğin mutluluğu için değil, çalışacak enerjiyi ve gücü kazanması içindir. Ayağına vurulan bukağı ise fazla uzaklara açılmasını engelleyecek, sahibinin dilediğinde onu tekrar işe koşmasını sağlayacaktır. Bu açıdan refah düzeyi yüksek ama özgürlüğü elinden alınmış modern insanı andırıyor.
![]() |
Deri bukağı. Eskiden bunun demirden olanları kullanılırmış ki hayvanın ayaklarını yaraladığı sık olurmuş. |
Dikkate değer bir başka nokta ise Levertov'un mistik konulara yaklaşımındaki yapmacıksızlığı, ve bu gibi deneyimleri gündelik hayatın bir parçası olarak gören tavrı:
Yakalanıp da kendi çemberimize / geri konduğumuzdaysa, / kimse bilmez nerelerdeydik biraz önce (ki / dönmek de zorundayız zaten, yazgılarımız bekler bizi) / - fakat değişmiş oluruz, azıcık da olsa.
Aslında üzerinde düşündükçe, aynı zamanda Levertov'un "ruhsal materyalizm"e kendiliğinden geliştirdiği samimi bir tepki olarak da görmeye başladım bu şiiri. Batı kültüründe mistik felsefelere olan ilgi, ruhsal gelişimi dev bir sektör haline getirdi. Modern insana, spor yaparak vücudunu geliştirir gibi ruhunu da geliştirebileceği fikri aşılandı. Her kitapçıda bir "New Age" veya "ruhsal gelişim" reyonu bulunuyor; insanlar ruhsallık üzerine özel hocalardan pahalı dersler alıyor. "Bunu da yaptım, sıradaki" / "been there, done that" tarzı narsist dünya görüşünü terk etmeyip, bir yandan da "aman ruhsal gelişimimden de geri kalmayayım" diye çabalara girişince, ortaya komik durumlar çıkıyor. Mistisizmle bu şekilde ilgilenen insanların, öğrendikleri ruhsal öğretilerden dolayı kendilerini diğerlerinden üstün görmeleri olgusu, ve kendilerini ruhani konularda derin bir insan olarak tanıtma çabaları Doğulu mistiklerin gözünden kaçmamış olsa gerek ki buna bir ad bile takmışlar: Ruhsal Materyalizm (Spiritual Materialism) veya Ruhsal Narsizm (Spiritual Narcissism). İşte Levertov'un şiiri, konuya şişirmeden, büyük mesele haline getirmeden yaklaşımıyla, bu tutumun yapmacıksız bir anti-tavrını sunuyor adeta. Orhan Veli'nin şu şiirini okusa eminim hoşuna giderdi:
İlk yemişini bu sene verdi,
Kızılcık,
Üç tane;
Bir daha seneye beş tane verir;
Ömür çok,
Bekleriz;
Ne çıkar?
İlâhi kızılcık!
Orhan Veli
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder